Alanguva Efsanesi

alaca

Üye
Efsaneye göre zaman küresinin soyutlaştığı, dünya enerjisinin olağanüstü dürtülere büründüğü bir zamanda:

Tabiata baharı armağan eden bereketli bir yağmur yağmış, tabiatın teni yaş ve canlı küreye tebessüm ediyordu. O tebessümlerden bir tanesi genç kızın ensesine sakin bir esintinin kılığında çarptı. Hafifçe titriyor gibiydi. Ancak onun dikkati, nemli toprağın üzerine ayakları ile çizdiği dairelerdeydi. Her bir dairede, toprağın geçmişi kulaklarında çınlıyormuş gibi aziz hissediyordu. “Bu davet… Antik misafirlerim için, beni duyuyorlar.” Dedi kendi kendine. Bal peteği misalince parıldayan ela gözlerini, topraktan ayırarak gökyüzüne çevirdi. Gözlerini gökyüzünden ayırmayarak dizüstü yere oturdu, kendi farkında değildi bekli ama tebessüm ediyordu. Yerden avuçlarına doldurduğu toprağı yavaşça yüzüne sürerken mırıldandı:

“ Beni sevdiğini biliyorum, bir gün beni kabul etmek zorundasın annemiz.”

Kimisi Türklerin Meryem’i(anası), kimisi Türklerin arasına saklanan Helenlerin tanrıçası Kirke olarak tasvir ederdi onu. Sevenleri de vardı, kabiliyetlerini ve güzelliğini çekemeyenler de. Ancak o ne Meryem idi, ne de Kirke. Onun adı Alanguva(Al-guva) idi, Geyik Dağının ahu gölgesi… Öğlen güneşi tepeleri terk ederken alageyik formunu alarak beyaz teninin, uzun kahverengi saçlarının ve ince vücudunun yerini; uzun ve gür boynuzları, sürme gözleri sahipleniyordu. Sıra dağların eteklerine doğru kayboluyor ve kalbinde sakladığı bilgeliğin, hoşgörünün hissedilir yanını adımları eşliğine bırakıyordu. Arkasında onu takip eden kıskanç fısıltılar susmasa da, kendisini sevdirme ve kabul ettirme arzusu asla son bulmuyordu. Öyle ki Alanguva, insan formunda iken Türk kavimlerini ziyaret ediyor, onlara ormanın içindeki otları nasıl ilaca dönüştüreceklerini, ağaçları ve meyvelerini öğretiyordu. Çocuklar onun etrafında koşar, saçlarına çiçekler takar ve şarkılar söylerdi:

“Annesini arıyor göğün bittiği yerde.
Türk katunları gibi sürmüş alacivanı kirpiklerine.
Al-guva için çağırdık anamız toprağı,
Kopuz olmadan dil ettik kınahanları.”

. . .

Alanguva günün akşama yaklaştığı saatlerinde, nehrin kenarında oturuyordu. Akan suyun kayalara çarparak çıkardığı sesi, annesinin ona söylediği ninni olarak hayal ediyordu. Oturduğu yerden ayaklarını suyun içine soktu, mırıldanıyordu; birkaç cümlenin var ettiği kafiyeli dizeler, bir şarkı ya da sözlerinin aktığı yerde saklanan bir melodi… Kim bilir, belki de özlemini duyduğu ninniydi. Uykuda uyanıyormuşcasına baktı etrafına, gün ışıklarını kaybediyordu. Sırtüstü zümrütlüğe(canlı yeşil olan çimler için kullanılan bir halk söylemi) uzanacak ve alageyiğe dönüşecekti. Ormanların içerisinde sessizce turlayan bir gölge gibi…

Ancak bugün, saf kalbi titriyordu. Hızla atan kalbini avucuna almak istercesine göğsünü tuttu. İstemsiz seyrin tedirgin güdüleri ile etrafını kolaçan etmeye başlamıştı. ‘Yalnızsın, toprağın hanı.’ Dedi içinden ve sırtüstü yere uzanmıştı. Kendi kümesinden yayılan ışığın ve ruhunun onu ikiz bedeni ile tekrar buluşturmasını bekliyordu. Gün batımının kızıllığı koyulaşırken, ormana sızan ışık demeçleri arasında kalmıştı Alanguva. Her bir demeç kollarını, bacaklarını, belini ve yüzünü sarmalıyordu, bir süre sonra gözle görülemez hale gelerek parıldamaya başlamıştı. Ardından ışık, ağaçlar tarafından emilircesine gözden kayboldu. Işığın ardında kalan ve dizüstü yerde oturan Alanguva, alageyik olarak doğruldu ve aniden kulaklarına dolan şiddetli hitap ile irkildi:

“Size söylemiştim! O bir büyücü, gördüğümü size de gösterdim. O bu topraklara lanet getirecek olan bir büyücü.”

Alanguva, arkasını döndüğünde şaşkın, bir o kadar da meraklı bir kalabalığın karşısında bulmuştu kendisini. Zaman zaman birkaç meraklı göz tarafından izlendiğinin farkında olsa dahi, bu kadarını tahmin etmeyerek ürkmüştü. Afallamış olmalı ki, konuşmalara kilitlenmişti.

“Sakin ol, Gönçe! O bize zarar vermiyor.”

“Bu uğursuz büyücü, kavmimize ve hayvanlarımıza hastalık getirecek!”

Gönçe, kin ve hırsın aracısı olan acımasız Gönçe… Kavmi onu kınıyordu. Alanguva’nın dönüşümünü evvelden görmüş ve kavmine göstererek Alanguva’ya karşı kışkırtmak için kullanmayı arzulamış, ancak aksinin gerçekleşmesi Gönçe’yi nefretin ateşine düşürmüştü.

Alanguva dalgınlığı içerisinden kurtularak başka yöne doğru kaçmayı düşünüp kıpırdadığı an, Gönçe sırtında asılı mızrağı Alanguva’ya doğru fırlattı. Kalabalık içinde patlayan

“ Mızrağını bırak!” feryadı,

Mızrağın elden çıkıp Alanguva’nın vücuduna saplandığı anı yok etmeye yetmemişti. Yere yığılan Alanguva, insana dönüşerek çıplak vücudunu toprağa doğru döndü. Nefesi ağzından kesik kesik verirken, kimse yardım için yanına yaklaşamıyordu. Toprak Ana, öz kızına yapılan ihanetin ve hakaretin öfkesini bir engel duvarı gibi tutuyordu. Alanguva’nın parıltılı ela gözleri sönmüş, gözyaşları çağlayan bir çeşmeye dönmüştü. Vücudu toprak içinde silinip giderken, sırma saçları ağaçların köklerine sarılmıştı. Güneş battıktan sonra karanlık, hiç bu kadar zifiri olmamıştı!

Lütuf baharı, kavim için yas ve kıtlık mevsimine bürünmüştü. Yıllar içinde kavim, kan davaları ve geçimsizlikler ile yok oldu. Alanguva’nın yasını tutan Toprak Ana, Gönçe ve torunlarını affetmedi.

Rivayetler söyler ki, Alanguva’nın gözyaşlarını taşıyan çeşme bugünün Geyik Dağının eteğinde hala akar, içen Alanguva’nın kalbine ismini yazar ve ömrü bereketi olur. Ancak başka rivayetler de der ki, bugün Gönçe’nin kanını taşıyanlar o çeşmeyi asla bulamayacaktır. Çünkü onlar, fesatlığın ve hırsın kanına sahiptir.
 
Üst